KARANTİNA GÜNLERİNDE MİNİ DİZİLER
Herkese merhaba. Uzun zaman oldu bloğumdan
yazı paylaşmayalı. Zor bir süreçten geçtiğimiz şu günlerde bir nebze olsun
uzaklaşmak için yazı yazmanın, fikirler üretmenin ya da öneriler sunmanın
hepimize iyi geleceğini düşünüyorum.
Kendimizle baş başa kaldığımız, çoğu
durumun eğrisini doğrusunu tartmak için vaktimizin bol olduğu, diğer yandan da
özlemle baş etmeye çalıştığımız bir dönemden geçiyoruz. Ve bu dönemde stresten
uzak kalmak da pek mümkün görünmüyor. Televizyondan ya da sosyal medyadan uzaklaşmadıkça
da stresimizi ya da endişemizi kontrol etmemiz kolay olmuyor. Ancak bu stresi,
endişeyi veya korkuyu en aza indirmek için de birçok yöntem var. Evet, süreç
zor, bir hafta sonrasında nelerle karşılaşacağımızı bilmiyoruz ama anın
kıymetini bilerek ve anı iyi değerlendirerek süreci en az hasarla
atlatabiliriz.
Bunun için de benim naçizane
önerilerim olacak. Bu yazımda bir sinema mezunu ve tutkunu olarak tek
sezonluk mini dizilerden en sevdiklerimi paylaşacağım. Unutmayın her anımız değerli.
Yeter ki en iyi şekilde değerlendirmesini bilelim…
BODYGUARD
Bodyguard, bir politikacıyı
korumakla görevli olan savaş gazisinin hikâyesini anlatıyor. David Budd, tren
yolculuğunda bir bombayı imha etmeyi başarıyor ve İçişleri Bakanı’nın yakın
koruması oluyor. Ancak başkanın ulusal güvenlik konusundaki sivri dilli
açıklamaları terörist ve bazı çevrelerce hedef olmasına neden oluyor. Bir yandan
suikast girişimleri, diğer yandan yakın koruması David ile olan ilişkisi
olayları farklı bir boyuta taşıyor. David, bir köstebek mi yoksa gerçekten
başkana aşık mı onu da izlediğinizde anlıyorsunuz. Bodyguard, 6 bölümlük kısa
dizilerden birisi.
ŞAHSİYET
“Keşke yanlış bildiğimiz her şeyi unutsak, sadece doğrular kalsa…”
Agâh Beyoğlu, Beyoğlu’nun arka
sokaklarında yaşayan, eşini kaybetmiş, yalnız yaşayan bir adam. Kedisine mama
vermediği için öldüğünü öğrendiği gün Alzheimer hastası olduğunu öğreniyor. Bir
gün her şeyi eninde sonunda unutacağını anlayan Agâh, geçmiş defterleri açıyor
ve karanlık sayfalar onu seri katile dönüştürüyor. Agâh her cinayet işlediğinde
polis Nevra’ya notlar bırakıyor. O notlar Nevra’yı yıllar önce annesiyle
yaşadığı Kambura’ya çıkarıyor.
Çocuk gelinler, kadın istismarı
günümüzde en derin yaramız. Bu yarayı öyle derin, öyle güzel işlemişler ki Türk
dizi tarihinin kesinlikle en iyileri arasına girer. Zaten Haluk Bilginer’in dizideki
müthiş oyunculuğu da ona, “Uluslararası Emmy En İyi Erkek Oyuncu” ödülünü
getirdi. Şiddetle tavsiye ettiğim tek sezon, 12 bölümlük bir dizi.
THE ACT
“Bazen insanlar, gerçekler onlara güzel gelmediğinde etrafı tozpembe görmek isterler…”
Kızını başkalarına karşı hep
hasta gösteren ve buna herkesi inandıran bir annenin ve çaresiz kalan bir kızın
hikâyesini anlatıyor, The Act. “Mommy Dead and Dearest” isimli belgeselde geçen
gerçek bir hayat öyküsünden uyarlanmış. Aslında dünyada yaygın olan bir
sendromun yaşandığı bir dizi. Bu sendromun adı da “Munchausen by Proxy Sendromu”
yani diğer adıyla “Vekâleten hastalık.”
Bu sendrom da bir nevi cocuk
istismarı aslında. Genellikle annelerde yaşanan bu olayda, annenin koruma
içgüdüsü ve koşulsuz sevgisi, çocuğunu paylaşamama ve çocuğunun yanından hiç
ayrılmaması için hastaymış gibi göstermesine neden oluyor. Çoğu kaynağa göre bu
hastalıklı annelerin önceki hayatında hemşirelik tecrübesi olduğu ve
dolayısıyla kendi kafasından çocuğuna ilaçlar yazdığı da görülüyor. Hatta
çocuklarına o kadar bağımlı yaşıyorlar ki çocuklarının canına kıyma işini de
kendilerine hak görüyorlar. Bu dizideki hikâye acı bir finalle sonlanıyor. Bu tür
vakaları okuduğumda da bu sürecin sağlıklı atlatıldığını söylemek güç. Ben diziden
aşırı etkilendim. Sadece 8 bölümle anlatılan diziyi, izlemenizi öneririm.
UNBELIEVABLE
“Güvendiğin kişiler bile olsa
fark etmiyor. Gerçek mantıklı gelmiyorsa sana inanmıyorlar…”
Unbelievable de The Act gibi
gerçek hikâyeden alınan bir olay. Tecavüze uğradığını kimseye inandırmayan
Marie isimli kızın hayatını anlatıyor. Marie, polise durumu anlatsa da olayın
yaşandığını kanıtlayamıyor. En sonunda tecavüzün olmadığını söylemek zorunda
kalıyor. Ancak çevrede artan tecavüz vakalarını araştıran iki dedektif, Marie’nin
yaşadıkları yüzleşiyor. Hassas bir konu ama izlemenizi tavsiye ederim. 8
bölümlük, mini bir dizi yine.
CHERNOBYL
“Gerçek rahatsız ettiğinde, yalan
üstüne yalan söyleriz…”
1970 yılında Ukrayna’nın Kiev
kentinde bir yerleşkede kurulu olan Çernobil Nükleer Santrali’ndeki patlama ve
patlamanın ardından yaşananlar dizide anlatılıyor. Dizi tamamen gerçek hayattan
alındığı için etkilenmemek mümkün değil. Ve halen yaşadığımız dünyada Çernobil’in
acıları sürerken…
Ciddiye alınmayan ve başarısız görünmemek
için itiraf edilemeyen bir nükleer patlama binlerce insanın hayatına mal
oluyor. Ve hala ölen sayısı için net bir bilgi de yok. Dizide en etkilendiğim
sahnelerden birisi çocukların patlama sonrasında radyoaktif bulutları kar
zannedip oynaması ve kasabadaki halkın bir film izler gibi patlamayı
izlemesiydi. Patlamanın raporlarında da en çok ölenlerin çocuk olduğu yazıyor maalesef…
WHEN THEY SEE US
“Ben vatandaş değilim, vatandaş
olmamı istemiyorlar. Ben bile istemiyorum. Bilmediğim bir yerdeyim, nereye
gidersem gideyim, yarı içerde, yarı dışarıdayım…”
Gerçek bir hikayeden alınan dizi
4 bölümden oluşuyor. 1989 yılında Central Park’ta koşu yapan bir kadına
tecavüzden yargılanan, yaşlarının ortalaması 13-14 olan beş çocuğun mücadelesi
anlatılıyor. Mücadele diyorum ama mücadele edecekleri, kendilerini ifade
edecekleri bir sistem yok, adalet yok, hukuk yok. Yılarca işlemedikleri bir suç
yüzünden cezaevinde kalıyorlar. Mahkûmiyetleri yetmiyormuş gibi bir de
işkenceye maruz kalıyorlar. Suçsuz oldukları da yıllar sonra koca koca adam
olduklarında anlaşılıyor. En ilginci de o tarihlerde Trump, sırf siyahî
oldukları için uzun süre hapiste kalmaları için fazlaca çaba harcamış! Çok
etkileyici ve derinden sarsan bir olaydı.
Yeni yazılarda görüşmek ümidiyle…
UMUTLA kalın…
Sevil Çaylak
Yorumlar
Yorum Gönder